MUHİTTİN ARABİ Hz. HAYATI HAKKINDA KISA BİR GİRİŞ
Muhittin Arabi Hz. Daha doğmadan önce bir olay gelişir ki, bu olay anlatıldığında onun kim olduğu hakkında bir ön bilgi edinmiş oluruz.
Bu olay Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylani Hz. leri zamanında meydana gelmiştir.
Muhittin Arabî Hz. nin babasından rivâyet olunur ki: Cenâb-ı Hak bu zâta her türlü nimet ve devlet ihsan buyurduğu halde kendisine vâris olacak bir erkek evlâdı olmadığına çok müteessir olduğu için şimdiki İspanya olan Mağrib’de birçok evliyanın himmetlerine başvurmuş, malesef hiçbir zâtdan derdine derman olacağına dair müjde alamamış.
Çok zamanlar evlâd hayaliyle kalbi rahatsız olan bu zâta günün birinde bir meczûb-u ilâhi rastgelir ve ona der ki:
“Sana himmet ve inâyet, derdine derman ancak Hazreti Gavs-ı A’zam Abdülkadir Efendimiz’den olacaktır. Hemen Bağdat’a git, Cenâb-ı Gavs’a müracat et. Zira şimdiki zamanın tasarruf sahibi odur. Senin muradını Cenâb-ı Hak, O Zât’ın sayesinde ihsan buyuracaktır.”
Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu müjdeyi alır almaz derhal Bağdat’a sefer eder ve şehre girince doğruca Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylani Hz.lerinin huzuruna varıp el öper ve kendisi hiçbir şey söylemeden Hazreti Pîr kendisine der ki:
“Senin için erkek evlâd mukadder değildir. Biz nereden sana erkek
evlâdı bulup verebiliriz?”
Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu kelâmı işitince Hazreti Pîr’den şöyle niyazda bulunur:
“Sultânım! Nasîbimde erkek evlâdı olmadığını biliyorum. Fakat sizin, Hakk’ın izniyle her şeye kaadir olduğunu ve bana bir evlâd vermek kudretinde bulunduğunu da biliyorum. Gavsiyyetinize sığınan benim gibi âciz bir insanın lûtuftan mahrum edilmeyeceği kanaatindeyim. Cenab-ı ilâhiden bana çok hayırlı bir evlâd ihsân edilmesini sizin
kereminizden istirham eylerim. Zira, İlahi sohbet yerine başvuranlar, ümitsiz olarak geri dönmezler.”
Gavs-ı A’zam bu ihlaslı adamın hatırını memnun etmek için:
“Yâ Muhiddin-i Arabi Hz. Ali! Zürriyetimde bâkî kalan son evlâdımı İlahi kudret ile sana bahşettim.” deyince, Muhiddin-i Arabi Hz. Ali çok memnun kalarak, memleketi olan Mağrib şehrine döner. Bu manevî ilâhi sır ile Cenâb ı Hak da hikmetle tecellîsini gösterir. Bir müddet sonra Muhiddin-i Arabi Hz.ü’ş-şüyûh (Muhiddin-i Arabi
Hz.lerin Muhiddin-i Arabi Hz.i) Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri doğar.
Özetle bu İslam ümmeti içinde Cenâb-ı Hak iki Muhyiddin yaratmıştır ki, biri peder-i manevî Gavs-ı A’zam Seyyid Sultan Muhyiddin Abdülkadir-i Geylani, diğeri de O’nun manevî evlâdı olan Kutbü’l-Aktâb Hazreti Muhyiddin-i Arabî’dir. Bu iki Zât’ın evliyaullah
arasında kadir ve kıymetleri pek yüce ve mukaddesdir.
Allah O’nlardan razı olsun.
Gavs- A’zam Seyyid Muhyiddin Apdülkadir Geylani Hz.’leri vefatından evvel arkadaşlarına şöyle buyurmuştur: “Şu hırkayı alın, Mağripten gelecek aziz bir vücuda verin, o, Muhiddin-i Arabi’dir.”demiş, vefatından nice yıllar sonra bu hırkayı Muhiddin-i Arabi Hz.'lerine vermişlerdir. Muhiddin-i Arabi Hz.'leri de aynı hırkayı üvey oğlu,
çok sevdiği Sadrettin Konevi Hz.’lerine vermiştir.
İbn-i Arabi Hz, Endülüsün Mursiya kasabasında 7 Ramazan 560 (7-Ağustos-1165) yılında doğmuştur. 8 yaşında iken Mursiya’dan İşbiliye’ye taşınmışlar ve ilk tahsiline İşbiliye de başlamıştır.
Gençliğinin bir devrinde bazı valilere katiplik yaptığı bilinmektedir. Küçük denecek yaşta iken şiddetli bir hastalığa yakalanmış, hastalığın tesiriyle bayılmış ve kendisini ölü
sanmışlar. Bu hastalığı Futuhat-ı Mekkiye isimli eserinde şöyle anlatır: “Bu esnada çirkin suratlı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, buna karşılık güzel yüzlü ve kokulu bir şahsın kendisini kurtarmaya çalışıp, ötekileri dağıttığını görmüş, bu şahsa kim olduğunu sorunca, “Yasin suresi” cevabını almıştır.
Kendisine gelince, babasının başı ucunda ağlayarak, Yasin suresini okumakta olduğunu görmüş. Bu ve buna benzer olaylar hayatı boyunca defelarca tekrarlanmış ve onun tasavvufi fikirlerinin esaslarından birini teşkil etmiştir. Herhangi bir şeye delalet eden isimler ona bir insan şahsı gibi görünmüş ve bu insan kendisine türlü konular
hakkında bilgi vermiştir. Bu hadiseden bir süre sonra İbn-i Arabi Hz. Bir süre halvete çekilmiş, her sahada, bilhassa Tasavvufi marifetler sahasında hiç bir şey bilmezken, şahıs olarak görünen isimlerin telkini ile halvetten herşeyi bilir olarak çıkmıştır. Bu
halini gören babası onun yakın dostu, zamanın en büyük felsefecilerinden biri olan İbn-i Rüşd’ün yanına bir iş bahanesiyle göndermiştir.
İbn-i Rüşd, İbn-i Arabi Hz.’lerini görünce, ona sarılmış ve “Evet” demiş, kendiside buna “Evet” cevabı vermiştir. İbn-i Rüşd anlaşıldığına sevinirken, İbn-i Arabi Hz.’lerinin “hayır” demesi üzerine, canı sıkılmış, rengi atmış, felsefesinin yalnış olup-olmadığından şüpheye düşerek, ona şu suali sormuş:
-“İlham ve keşf ile nasıl bir netice elde ettin? Bu bizim mantıklı düşünce ile elde ettiklerimize uyuyormu?”
-İbn-i Arabi Hz.’leri buna: -“Evet, Hayır. Evet ile hayır arasında ruhlar bedenlerinden, boyunlar gövdelerinden ayrılır.” cevabını vermiştir.
Bunun üzerine İbn-i Rüşd, sararıp titremiş, böyle bir kimse ile görüşmeyi nasip ettiği için Allah’a hamd ve şükür etmiştir. O zaman İbn-i Arabi Hz.’leri henüz 18 yaşında idi. Kendisine vakıf olan ilhamlara rağmen, İbn-i Rüşd’ün yüksek düşünce ve bilgilerini kabul eden İbn-i Arabi Hz.’leri, onu bir daha görmek istediği halde, bunun mümkün olmadığını, aralarına gerilen bir perdenin (Hicap) buna engel olduğunu söylemiştir. 1194 yılına kadar, her ne kadar Endülüs ve Kuzey Afrika’nın bir çok şehirlerini dolaşıp, bu şehirlerdeki çeşitli tasavvuf büyükleriyle görüşsede esas olarak İşbiliye’de kalmış, 1194 yılında Tunus’a, 1195 yılında da Fas’a gitmiş, 1199 yılında Kurtuba’da İbn-i Rüşd’ün cenaze töreninde bulunmuştur.
Yanında bulunan arkadaşının dikkat çekmesi ile Marakeş’ten gelen cenazenin bir hayvan üzerinde, bir tarafında cenaze, bir tarafında eserleri olarak dengeli bir biçimde olduğunu görmüş ve arkadaşına, “Ümitlerinin gerçekleşip-gerçekleşmediğini ne kadar
bilmek isterdim.” demiştir. 1201 yılında Magrip şehrinde iken, Hz. Hızır ile Musa’nın (A.S) makamına erişmiştir. Buradan, Tunus’a, geçmiştir. Tunus’tan Mısır’a gitmek üzereyken yol üzerinde, sazlıklar içinde ömrünün 30 yılını geçirmiş bir adama tesadüf etmiş. Adamın hali hoşuna gittiğinden onunla 3 gün kalmış ve onunla birlikte ibadetle meşgul olmuştu. Adam her gün denizden 3 balık tutar, birini yer, birini azat eder, birini de misafire ikram edermiş. Ayrılacağı zaman Muhittin Arabi Hz.’lerine nereye gittiğini
sormuş, Mısır’a gideceğini öğrendiğinde gözleri dolarak, “Ah! Benim de üstadım Mısır’dadır. Ona git ve benim selamımı söyle, bana biraz hikmetli sözler ve nasihat iste” demiş. Muhiddin-i Arabi Hz.'leri hayretler içinde, bu dünyadan elini eteğini çekmiş bir kişinin nasıl olupta hala nasihat ve hikmetli söze ihtiyacı olacağını düşünerek Mısır’a varmış ve bahsettiği üstadın sarayını bulmuş. Üstadı, debdebe ve tantana içinde bir dünya ehli gibi yaşarken bulmuş, kendisinden, o şahıs için nasihat istediğinde; üstadı:
-“Ona git söyle, gönlünden dünya muhabbetini silsin.” Demesiyle hayret ederek bir süre sonra, o şahısla karşılaşıp üstadının söylediğini aktarınca, bu dünyadan elini çekmiş gibi
görünen şahıs derin bir ah çekerek “Ben otuz küsür senedir burada ibadet ediyorsam da hakikatte gönlüm dünyadadır. Üstadım dünya ziynetleri içindeyse de kalbinde zerre kadar dünya sevinci ve kederi yoktur. Ey Muhittin! işte bizim hakikatte farkımız budur” demiştir.
Bu hikayeden bize ders; insanlık cemiyet hayatı üzerine kurulmuştur. Kalbin arınması da yine insanlar arasında yaşıyarak ve Allah’ın isim ve sıfatlarının zuhurunu müşahede ederek tefekkür ve kalb temizliğinin, yüzlerce yıl halvette kalmaktan daha önemli bir irfan yolu olduğudur.
Muhiddin-i Arabi Hz.'leri bir yıl sonrada Tunus’tan gemi ile Mısır’a geçmiş. Mısırda; Taki Al-din b. Abdulrahman’ın elinden Hızır A.S’ın hırkasını giymiştir. Buradan Kudüs’e geçmiş, Kudüste bir kaç gün kalarak, yürüyerek Mekke’ye gidip Hacc’ını yerine getirmiştir. Burada iki yıl kalarak manevi hallerinin en yüksek noktasına
erişmiştir. Mekke’de kaldığı iki yıl boyunca sık sık Kabe’yi tavaf edermiş. Bir seferinde Kabe’yi tavaf ederken, herkezin gölgesini olduğu halde, çok uzun boylu bir adamın gölgesinin olmadığını farketmiş. Uzun boylu adam tavaf ederken; -“Bizler de sizler gibi bu beyti tavaf ediyoruz” dermiş.
Yanına yaklaşıp, kim olduğunu sorduğunda:
- Ben senin büyük atalarındanım, demiş.
- Sordum:
- Hangi asırda yaşadınız?
- Kırkbin sene evvel vefat etmiştim.
- İnsanın atası olan Adem’in (A.S) altıbin sene evvel halkolunduğunu söylerler.
- Sen hangi Adem’den bahsediyorsun? Bil ki; insanın ilk atası olan Adem’den evvel yüzbin Adem gelip geçmiştir.” dedi.
1202 yılında Allah’a kendi kendine söz vererek oruca başlamış ve üç ay boyunca hiç bir şey yemiyerek ve içmiyerek, Allah’ın ona açtığı ilahi bilgilerle kendisinden hiç bir şey katmıyarak fütuhat-ı Mekkiye adlı eserini yazmıştır. Bu üç ay süresince Kabeyi tavaf
ederken, zemzem, kulak ile duyacak şekilde, kendisinden su içmesini isterdi. Fakat kendisi, Ulhi yakınlığın son noktasına geldiği bu haller içerisinde, onu dinlemenin bu hali sona erdirecek bir perde olacağını düşünerek, Zemzem’e susmasını söylerdi.
Bir rivayete göre Fütuhat-ı Mekkiye’yi tamamladığı vakit, sayfalar halinde onu Kabe’nin damına koymuş. “Eğer bu kitapta benden bir kelime varsa, bu sahifeler kaybolsun” demiş, bütün kış bu sahifeler evinin damında kaldığı halde, hiç bir sahifesi kaybolmadıktan sonra kitap tamamlanmıştır. 1203 yılında gördüğü bir rüyada: Kabenin
duvarları altın ve gümüş tuğlalarla örülmüştü, kendisi bunun güzelliğini seyrediyordu. Orada iki tuğlalık bir boşluk vardı ve nefsi iki tuğla halini alarak bu boşluğu dolduruyordu. Kendisi hem onları seyrediyor, hemde yerlerini doldurduğunu, yani zat’ı ile
onların Zat’ının aynı olduğunu görüyor ve anlıyordu.
1204 yılında Ali b. Abdullah b. Caminin elinden ikinci defa Hızır’ın (A.S) hırkasını giymiştir. Aynı yıl Muhiddin Arabi Hz. Malatya’ya geldiği yıldır. Malatya’dan Konya’ya geçmiş. Konya’da, Selçuklu hükümdarlarından büyük destek görmüştür. Kendisine 100.000 dirhem değerinde ev bağışlanmış, fakat kendisine gelen bir dilenciye “Ey
dilenci, şu anda saraydan başka bir şeyim yoktur. Allah rızası için şu ev senin olsun” diyerek, bu evi sadaka olarak bağışlamıştır. Bu arada bir çok kereler Kudüs, Mısır’ı ve Halep’i ziyaret etmiştir.
Büyük dostu Maceddin İshak’ın vefatı ile onun dul karısı ile evlenerek Sadrettin-i Konevi Hz. Üvey babası olmuştur. Muhiddin-i Arabi Hz.'lerinin bu evlilikten iki oğlu ve bir kızı meydana geldi.
Oğullarından Sadullah 1222 senelerinde Malatyada doğdu. Bütün ömrünü hadisi şerifle, nakil tedrisiyle (Tarikat öğretimi) geçirdi. 44 yaşında Şam’da öldü. İmadettin de Sadullah’tan 6yıl sonra Şam’da vefat etmiştir. Kızı Zeynep küçük yaşta iken ölmüştür.1230 yılında, üvey oğlu Sadrettin Konevi Hz. ile birlikte Şam’a yerleşti ve
ölünceye kadar burada kaldı.
1240 yılının bir cuma gecesi, Rıhlet (Geçmek, göçmek) kelimesinin bir remzi olarak bu dünyadan ayrıldı. Ömürleri 75 yıl olup Hakim ismine mazhar olmuştur.
Muhiddin-i Arabi Hz.'leri bu günkü Şamı’ın Salihiye mevkiine gömüldü. Bir süre sonra mezarı kaybolmuş ta ki, Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı alınca, Vasiyeti gereğince mezarı buldu. Zira, Muhiddin-i Arabi Hz.'leri kitabında: “Şin Şın’a girerse benim mezarım meydana çıkar” demiştir. Yavuz Sultan Selim, Şam’a girince de mezarı buldurtup, oraya mükemmel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırmıştır. Ayrıca Muhiddin-i Arabi Hz.'lerinin ayak vurduğu yere giderek buradaki hikmeti anlamak istedi. Tam Muhiddin-i
Arabi Hz.'lerinin ayağını vurduğu yeri kazdırdığında, bir küp altın bulmuşlardır.
Muhiddin-i Arabi Hz.'leri hakkında Hakikat ehli olmıyan bazı kimseler kendisinin hayatta olduğu zaman da olduğu gibi, şimdi de ilimleri yeterli olmadığından ötürü bazı yersiz karşı çıkmalar olmaktadır. Zaten bizim bu kitabı hazırlamamızdaki temel neden de
budur. Şimdi Yavuz Sultan Selim Han zamanına dönelim ve Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislamı büyük insan ve Müftiyüssakaleyn ünvanını kazanmış İbni Kemal paşa’nın Muhiddin-i Arabi Hz.'leri hakkındaki fetvasını bugünkü dile aktaralım.
“Ey İnsanlar! Biliniz ki Şeyhlerin en büyüğü, kerimlerin en önde gideni, Arifler kutbu ve Allah’ın birliğine inananların İmamı Endülüslü Muhammed İbnül Arabi Ayet ve Hadislerden hüküm çıkarabilenlerin en kamili ve Fazilet sahibi bir Yol göstericidir.
Zamanın Alim ve Faziletli kişilerinin bilgilerindeki hayat hikayelerini, (kıssalarını) inkar ve inkarında ısrar ederse, şüphesiz delalette kalır. Kendilerinin “Füsusül Hikem ve Futuhat-ı
Mekkiye” gibi bircok eseri vardır. Bu eserlerdeki meselelerden bazılarının lafız ve manası malum ve emri ilahi, bazısı Nebevi açıklamalar ve bazısı keşif ve manevi bilgileri bilenlerden başkasına kapalıdır, zahir ehlinin idrakinden gizlidir. Bu manaları
anlamayanlara bu makamda susmaları vacip olur. Zira Cenab-ı Allah “Bilmediğin şeye tabi olma, tahkik, kulak, göz ve kalb bunların herbirisinden sahibinin ilmi derecesinde sual olunur.”
Ayrıca “bir mümine kafir diyen, şüphesiz küfretmiş olur” hadisini de hatırlatırız.
Muhiddin-i Arabi Hz.'leri sadece Asya ve Arabistan da değil tüm dünyada bilinmektedir. İşte buna bir örnek:
İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhur başkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen heyetimizle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zattan dinliyelim:
“Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine;
“Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı ve devamla;
“Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen ilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada ilim, felsefe ve mistik alanda sayıları bir çok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beşyüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış Alim ve Mutasavvıf Muhittin el Arabinin üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Füsusül Hikem ve Fütuhat-ı Mekkiye gibi değerli bir çok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üçyüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu geçikme neden? İşte bunu bilmek
istiyorum.”
Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı:
“Efendim, önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyhül Ekber Muhiddin-i Arabi’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud
birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam alimleri ve
önderleri) ve Mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.” Dedik.
Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben hergün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütuhat-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık”MUHYİDDİN ibn ARABÎ [K.S.]'in
NASİHATLERİ
1- Bütün Müslümanlara, dinlerinde devamlı birlik ve bir vücud gibi olmalarını, hiç bir suretle Dinde ayrılık yapmamalarını vâsiyet ederim...
Allah'ın yardımı birliktedir. Müslümanlar ayrılığa düşmezlerse onları kimse mağlup edemez...
Dinin hükümlerini nefsinde ihlâs ile tatbik edeni kimse aldatamaz. Cin ve Şeytan o insana galebe edemez.
Allah, Esmâ-i hüsnâsıyla bilinir.Cenabı Hak'kın âsârından, Kudret ve azametini düşün, Zât ve mahiyetini düşünme...
Esmâ-i hüsnânın çokluğu bir kezde düşünülürse Tevhid olur. Tevhid kuvvettir.
Daima Allah'fan başkasmı unut... Zâkir olursun. Böyle olan kimse her yerde zâkir'dir. Kalb ve Iisaniyle AIIah'm zikrine devam edenlerin kalbine Allah Zâti Ahadiyetine karşı iştiyâk nuru ilka eder. Gözü açılana Hâya gelir...
Hâya makamında fetih başlar. Fetih, kalb gözünün Tevfik-i Rabbani ile açılmasıdır. Bu göz açıldı mı ahlâk, fazilet, doğruluk o kimse için asla değişmeyen, değiştirilemeyen bir haslet olur , Onsuz yaşayamaz.
*****
2- Bir yerde bir günah işlemiş isen oradan ayrılmadan bir de iyilik, ibadet işle, bir eIbise üzerinde iken işlemişsen O elbiseyi çıkarmadan evvel bir de ibadet yap...
Vücudundan ayrılan sakal, bıyık, saç, tırnak, kir gibi şeylerde, senden ayrılırken tahir bulun. Ve Allah'ı zikret. Çünkü onlara sahibini nasıl terkettin diye sorarlar...
''Tırnak ve saçta sinir vardır. Fakat keserken duymaz. Vücutta bâzı kısımların ruhla alâkası vardır. DuyarIar.
Geçmiş günahlarından birini hatırlayınca hemen tevbe, istiğfar et. Ve Allah'ı zikret, Çünkü Rasul-ü Ekrem (Her işlediğin suçun peşinden bir de iyilik yap ki onu mahvetsin, zira “Hasenat Seyyiati yok eder” buyurmuşlardır.
3- Nerede öleceğini, ne vakit ruhunu vereceğini biIemezsin. Onun için Rabbine her hâlinde hüsnü zan et. Su-i zan etme. Tâ ki Rabb’ine hüsnü zan ile kavuşasın...
Hadis-i Kudsi'de buyurur: Ben kulumun zannı üzereyim. Bana karşı hayırlı zan'da bulunsun. Bu haber bir vakit ile takyid buyurulmamıştır. Hatta zannını ilim derecesine çıkar...
De ki Rabbim affeder, mağfiret eder. Günahlarımdan beni temizler.
Gıınahkârlara: “Rahmetimden ümidinizi kesmeyin; çünkü, Rabbiniz bütün günahları yarlığar.” Bu âyet'tir.
Bir kavli şerifte hiç bir günah tahdid edilmeden mağfiret beyan buyurulmuş, bir de “cemian” ile te'kid edilmiştir. Allah'ın Rahmeti gazabına galiptir, Günahkârlara da kulum diye şeref bahşetmesi ne büyük Iütf-u ilâhidir, (Kul) kelimesi Hakk namına kelâm eden, konuşan demektir .
Allah'ımıza hudutsuz şükürler olsun...
4- Gizli, âşikâr, tenhada, kalabalıkta Allah'ın zikrine devam et. “Allah, siz beni anın, Ben de sizi anayım” der.
“Allah'ı çok zikreden erkeklerle, Allah'ı çok zikreden kadınlara pek büyük mükafatlar hazırlanmıştır” , buyurulur.
Zikir , dil ile olduğu gibi kalb ile de olur. Hatta bütün âzalarla olur. Zikir , zikrettiği Zât’tan başkasını tamamen unutmaktadır .
Daha doğrusu zikir , Halik’ı ceseden ve ruhen talep etmektir .
Zikir çok büyük bir ihsandır mü'minlere...
''VELE ZiKRULLAHÜ EKBER''
Allah daima kendi Zat-ı Ecelli Alâlarını tesbih ve zikreder.En büyük zikir Allah'ın zikridir. Buradaki âyette en büyük zikir Hakk ile zikre iştirâktir. Sana senden yakın olanla...
Gafil olma... Gafillerin sözüne bakma... Onlar bana yetişemezler ...
Zikir:
1- Kalben 2- Sırren 3- Fiilen.
1- Kalben, esmayı sükûn ve huzur içinde dil ile zikirle elde edilir.
2- Sırren, Esmâda erimektir...
3- Fiilen, ki en kıymetli zikirdir. Bu zikir Allah'ın emirIerinde gizlidir. Resulün sünnetlerinde yaptığı hareketlerde görünür...
Zekât, sadaka el-Rezzak esmâsını fiilen zikirdir.
Merhamet ve şefkat; El-Rahim, El-Rahman esmâlarının fiili zikridir.
Muzır diye telâkki ettiğimiz hayvanlara bile şefkat ve merhamet şâmildir .
Rasulü Ekrem fiili zikrin tam kendisi idi. Ahlâkı ve bütün sünnetleriyle...
Bu zikre giren büyük bir tahdidat altındadır .
Rasul'e abdestli bulunmak yerde yatmak, Teheccüd namazı kılmak, misvâk kullanmak farzdı. Fiili zikir olmasa diğerleri bir şey ifade etmez.
Namaz da bir zikirdir. Miraca gitmektir. İbadet bundan dolayı farzdır. ''Farz'' demek mecburi demek değildir. Hak'ka yanaşmak için muhakkak şarttır. Hak'ka yanaşmanın edebidir, usulüdür; bunsuz olmaz demektir.
5- İşlenilen günahın günah olduğuna inanmak ve onun bir kabahat olduğunu bilmek tâattir. Daha günahı işIerken içine ibâdet karışıyor demektir. Bu ibâdetin karışması affa sebebtir. Bir de o günaha istiğfar ve tevbe edilirse, tâat tarafı kuvvetleniyor günaha galebe ediyor. Günahı günah bilmek ve işlerken günah olduğuna inanmak işlemenin sonunda nedâmete (İçin yanmasma) sebep olur. işte bu hal1er günahları yıkayan en iyi hallerdir.
Allah'ın affı ve rahmeti çok vâsidir. “Allah'a doğru bir karış gidene Allah'ın rahmeti bir arşın gelir. Bir arşın gidene bir kulaç gelir.Yürüyerek gidene koşarak gelir.” Mealinde Hâdis-i kudsi vardır.
Allah'tan bize gelen feyzler , Ahkâm-ı ilâhiye'ye imân ile mütenasiptir. İmânın ne kadar kuvvetlenirse feyz o kadar fazlalaşır...
6- Daima hayra ve hayırlı işlere niyetli ol. O hayrı işIemeğe muvaffak olamazsan dahi mükâfatını görürsün.
Yine hatırına gelen bütün şerleri de terk etmeğe azimli ol.Yine hatırına gelen fenalıkları da terk etmeğe azmet.
Kader galebe eder de o şerri işlersen zararını görmezsin. Hatıra gelen şerleri terk etmeğe azimli olan, her fena hatıradan dolayı sevab kazanır...
Sevab: Allah'ın ve Peygamberin yapılmasını istediği ve yapılmamasından hoşnut oldukları şeylere denir.
Bir Hadis-i kudsi’de: “Kulum bir sevap, bir iyilik işlemeyi düşünürse, hemen bir sevap yazarım. Eğer onu işlerse en az on misli sevap yazarım. Bir fenalık düşünürse, onu işlemezse affederim. işlerse bir misli günah yazarım.” buyurulur.
Günahlarda adalet var .Sevaplarda fazlalık var. İyi iş güzel âmel yapanlara daha güzel bir de ziyadesi var .
''Burada Allah yazarım diyor'' Hakkın kudretiyle yazıldığı için ''yazarım'' buyuruyor tahdid etmiyor.
7- İslâm kelimesi (L A i L A H E i L L A L L A H) dır , ona devam et.
Bu, zikirlerin efdâlidir.
Hadis-i şerifte “Ben ve benden evvel geçen bütün Peygamberlerin söylediği en efdâl zikir (LA iLAHE iLLALLAH) dır” buyurulmuştur.
Bir Hadis-i kudsi'de: “Benden gayri yedi gökler ve onIarda bulunanlar ve yine benden gayri yedi kat yerler ve içinde bulunanlar terazinin bir gözünde olsa, ( L A i L A H E i L L A L L A H ) da diğer kefesinde olsa, Kelime-i İslâm ağır gelir...”
Sözün inceliğini düşün. Düşün de ona göre devam et... Bu zikrin feyzini ancak buna devam eden ve bunu kalbe muhkem yerleştiren anlar... Bu kelimede hem nefy hem de isbat vardır. (L A i L A H E) ile aynını nefyederken ( İ L L A L L A H ) ile de varlığın ispat ediyor.
Sen de ilmen değil hükmen aynını nefyeder Hak'kın varlığını hem ilmen hem de hükmen isbat edersen, Tevhid'in zevkine erersin...
( L A i L A H E i L L A L L A H ) lâfz-ı mübarekinin nefy ve isbat ile birlikte bulunması ve böyle olmasında büyük bir hikmet ve büyük bir sırrın Hakk tarafından ilânı vardır, Ona da devam et ve ehlini bulursan ondan tâlim eyle...
8- Sakın ( L A i L A H E i L L A L L A H ) ehline düşman olma, onun Allah dostları ile dostluğu vardır.
Kelime-i tevhidin ehli olanların bilfarz yer dolusu günahları olsa yalnız şirk bulunmasa, Allah onları o kadar mağfiretle karşılar. Allah'a düşman olan müşriktir. Ondan uzaklaşmalı..,
Bilmeyerek veya te'vile müsait ağzından bozuk şeyler çıkmış ise, bununla Allah'ın kullarına düşman olunmaz...
Allah'a düşman olduğu belli olmayan kimselere düşmanlık etme...
Allah'a düşman müşriktir dedik. Fiilini söylemeyen de âsi, günahkâr (mü'min) veya daha âkıbeti belli olmayandır,
Allah, kendi dostuna düşmanlık edene ilân-ı harb eder. Allah'ın kullarına daima şefkat ve merhametle muamele et.
Allah, gâvuruna da dinsizine de rızık veriyor. Hattâ şefkat ve merhametini bütün hayvanat ve mahlukata teşmil et. Onları Yaradan’ın hâtırı büyüktür de.
9- Allah'ın üzerine farz kıldığı ibadetlere devam et. Farzlar arasındaki nâfileleri de kıl, işle. Amelinden hiç birşeyi küçük görme. Allah o ameli yaratırken hakir görmedi. AIIah, her emrini itinâ ve inayetle vermiştir.
Farzların edasına itinâ eden, Allah'a en sevgili ibadetlerle kulluk etmiş ve yaklaşmıştır .
Farzları kendisine vazife-i asliye kabul eden ve nefsinde tatbik eden Hak'kın gözü ve kulağı olur. Seninle işitir , seninle görür, Hak'kın eli senin elindir, Sana hakkıyle biâd edenler ancak Allah'a biât etmiş olurlar. Allah'ın eli onların elleri üzerindedir. Onların elleri Allah'ın eli olduğu surette onların elleri üstündedir. Mubayaa ismi faildir. Fail Allah'tır. Onların elleri Allah'ın elidir. Onların elleriyle Allah-ü Tealâ mubayaa etmiştir. Halbuki mubayaa edenler de onlardır. Nafilelere devam eden Allah'ın sevgisine nail olur.
0 kadar ki, Hakk onun işitir kulağı, görür gözü olur. Farzları eda eden de bunun aksi olduğu gibi farzlarda mecburi kulluk vardır. 0 asıldır. Nâfilelerde kulluk ihtiyaridir. Nâfileye nâfile denmesi zait olduğu içindir.
Sen de vücudda zaidsin. Çünkü Allah vardı; sen yoktun. Sonra sen oldun. Vücud hades zaid oldu demek, sen vücud hakkında nafilesin binaenaleyh senin için nafile denilen ameli yapmak lâzımdır. Zira 0, senin aslındır. Farz olan amelleri de yapmak lâzımdır. Çünkü onlar da vücudun aslıdır ki Hakk’ın vücududur. Farzların edası ile sen O'nun için oldun. Nafileyi eda ile de sen, senin için oldun. Sen onun için olmaklığın bakımından O’nun sana muhabbeti, sen, senin için olduğun cihetteki muhabbetinden çok üstündür .
Kudsi hadis: “Kulum, farz kıldığım ibadetlerle bana yaklaştığı gibi hiç bir şeyle yaklaşamadı. Kulum, nafilelerle de bana yaklaşır. O kadar ki, onu severim. Sevince de işitir kulağı, görür gözü, tutar eli, yürür ayağı olurum. Benden isteyince mutlaka veririm. Bana sığınınca mutlaka onu korurum. İşlediğim işler içinde, Mü’min kulumun ruhunu kabzetmekteki tereddüdüm kadar, hiç bir şeyde tereddüt etmedim. O, ölümden hoşlanmaz. Ben de onun müteessir etmek istemem.”
Allah muhabbetinin verdiği neticeye bak; kulun nafilesi de ancak, farzları ikmal ettikten sonra sahih olur,
Nafilenin içinde de bir çok farzlar ve nafileler vardır . Kıraet , Rüku, Sücud ve benzerleri farzlar gibi. Nafilelerde farzların bulunması, farzları ikmâl ediyor.
Bir Hadis-i sahihde: “Cenab-ı Hakk kulumun namazına bakın. Tamam mı, noksan mı? Tam ise, tam yazılır; eğer bir şey noksan ise, bakın kulumun nafilesi var mı? Eğer nafilesi varsa , farzını onlardan ikmâl ediniz.” buyurur. İşte, ameller böylece zabta geçer.
Nafilenin mutlaka farzlardan aslı bulunmalı. Farzlarda aslı bulunmayan, yeni uydurulmuş bir ibadet demektir. Zahir buna “bid'at” der. “Ruhbaniyyet icad ettiler” buyurur Rasul-ü Ekrem. Bunlardan bir kısmına, güzel adetlerdir der. Ve bunları icad edenler , kıyamete kadar sevap kazanırlar. Bunlar, Şeriatın aslına, ruhuna uygun olan bid'atler ki, bid'at-ı hasene tâbir edilmiştir.
Şeriate uymayan ve şer olanlar , bid'at-ı seyyie'dir. Kötü âdetlerdir. İyi âdetlere uyup, amel etmekte sevab vardır. Lâkin, o iyi olan bir şeyi, Resulullah'dan sâdır olmamıştır diye terk etmekde daha ziyade ecir vardır .
Rasulullah'a sünnetlerde tabi olmaktan, sünnet olmayan şeylerde Rasulullah terk ettiği için terkine uymak, şeriatin ruhuna daha uygundur. Çünkü Rasulullah, ümmetine bir çok şeylerin teklifinden hoşlanmaz. “Bu da güzeldir” diye bir çok ibadetleri ibdâ doğru değildir.
“Kolaylaştırın güçleştirmeyin, müjdeleyin nefret ettirmeyin !..” –Hadis-
“Allah size kolaylık murad eder , güçlük murad etmez.” –Ayet-
Ahmet ibn Hanbel, kavun yemedi. “Niçin?” dediler. “Rasulullah s.a.v. nasıl yedi bilemiyorum da ondan...” dedi. RadiyalIah-ü anh.
[ Muhyiddin-i Arabi hazretleri, bu dokuzuncu vasiyetinde çok büyük bir bahse temas etmiştir. Hülâsa bid'atlerin iyi olmadığı neticesine varıyor.
O halde, Resulullah'ın yapmadığı şeylerden kat'i surette kaçmak... Yaptığı şeyleri nasıl yaptığını bilmeden, yapmaktan uzak durmak en emin tariktir. ]MUHİTTİN ARABİ Hz. HAYATI HAKKINDA KISA BİR GİRİŞ
Muhittin Arabi Hz. Daha doğmadan önce bir olay gelişir ki, bu olay anlatıldığında onun kim olduğu hakkında bir ön bilgi edinmiş oluruz.
Bu olay Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylani Hz. leri zamanında meydana gelmiştir.
Muhittin Arabî Hz. nin babasından rivâyet olunur ki: Cenâb-ı Hak bu zâta her türlü nimet ve devlet ihsan buyurduğu halde kendisine vâris olacak bir erkek evlâdı olmadığına çok müteessir olduğu için şimdiki İspanya olan Mağrib’de birçok evliyanın himmetlerine başvurmuş, malesef hiçbir zâtdan derdine derman olacağına dair müjde alamamış.
Çok zamanlar evlâd hayaliyle kalbi rahatsız olan bu zâta günün birinde bir meczûb-u ilâhi rastgelir ve ona der ki:
“Sana himmet ve inâyet, derdine derman ancak Hazreti Gavs-ı A’zam Abdülkadir Efendimiz’den olacaktır. Hemen Bağdat’a git, Cenâb-ı Gavs’a müracat et. Zira şimdiki zamanın tasarruf sahibi odur. Senin muradını Cenâb-ı Hak, O Zât’ın sayesinde ihsan buyuracaktır.”
Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu müjdeyi alır almaz derhal Bağdat’a sefer eder ve şehre girince doğruca Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylani Hz.lerinin huzuruna varıp el öper ve kendisi hiçbir şey söylemeden Hazreti Pîr kendisine der ki:
“Senin için erkek evlâd mukadder değildir. Biz nereden sana erkek
evlâdı bulup verebiliriz?”
Muhiddin-i Arabi Hz. Ali bu kelâmı işitince Hazreti Pîr’den şöyle niyazda bulunur:
“Sultânım! Nasîbimde erkek evlâdı olmadığını biliyorum. Fakat sizin, Hakk’ın izniyle her şeye kaadir olduğunu ve bana bir evlâd vermek kudretinde bulunduğunu da biliyorum. Gavsiyyetinize sığınan benim gibi âciz bir insanın lûtuftan mahrum edilmeyeceği kanaatindeyim. Cenab-ı ilâhiden bana çok hayırlı bir evlâd ihsân edilmesini sizinkereminizden istirham eylerim. Zira, İlahi sohbet yerine başvuranlar, ümitsiz olarak geri dönmezler.”
Gavs-ı A’zam bu ihlaslı adamın hatırını memnun etmek için:
“Yâ Muhiddin-i Arabi Hz. Ali! Zürriyetimde bâkî kalan son evlâdımı İlahi kudret ile sana bahşettim.” deyince, Muhiddin-i Arabi Hz. Ali çok memnun kalarak, memleketi olan Mağrib şehrine döner. Bu manevî ilâhi sır ile Cenâb ı Hak da hikmetle tecellîsini gösterir. Bir müddet sonra Muhiddin-i Arabi Hz.ü’ş-şüyûh (Muhiddin-i ArabiHz.lerin Muhiddin-i Arabi Hz.i) Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri doğar.
Özetle bu İslam ümmeti içinde Cenâb-ı Hak iki Muhyiddin yaratmıştır ki, biri peder-i manevî Gavs-ı A’zam Seyyid Sultan Muhyiddin Abdülkadir-i Geylani, diğeri de O’nun manevî evlâdı olan Kutbü’l-Aktâb Hazreti Muhyiddin-i Arabî’dir. Bu iki Zât’ın evliyaullaharasında kadir ve kıymetleri pek yüce ve mukaddesdir.Allah O’nlardan razı olsun.
Gavs- A’zam Seyyid Muhyiddin Apdülkadir Geylani Hz.’leri vefatından evvel arkadaşlarına şöyle buyurmuştur: “Şu hırkayı alın, Mağripten gelecek aziz bir vücuda verin, o, Muhiddin-i Arabi’dir.”demiş, vefatından nice yıllar sonra bu hırkayı Muhiddin-i Arabi Hz.’lerine vermişlerdir. Muhiddin-i Arabi Hz.’leri de aynı hırkayı üvey oğlu,çok sevdiği Sadrettin Konevi Hz.’lerine vermiştir.
İbn-i Arabi Hz, Endülüsün Mursiya kasabasında 7 Ramazan 560 (7-Ağustos-1165) yılında doğmuştur. 8 yaşında iken Mursiya’dan İşbiliye’ye taşınmışlar ve ilk tahsiline İşbiliye de başlamıştır.
Gençliğinin bir devrinde bazı valilere katiplik yaptığı bilinmektedir. Küçük denecek yaşta iken şiddetli bir hastalığa yakalanmış, hastalığın tesiriyle bayılmış ve kendisini ölüsanmışlar. Bu hastalığı Futuhat-ı Mekkiye isimli eserinde şöyle anlatır: “Bu esnada çirkin suratlı kimselerin kendisine eziyet etmek istediklerini, buna karşılık güzel yüzlü ve kokulu bir şahsın kendisini kurtarmaya çalışıp, ötekileri dağıttığını görmüş, bu şahsa kim olduğunu sorunca, “Yasin suresi” cevabını almıştır.Kendisine gelince, babasının başı ucunda ağlayarak, Yasin suresini okumakta olduğunu görmüş. Bu ve buna benzer olaylar hayatı boyunca defelarca tekrarlanmış ve onun tasavvufi fikirlerinin esaslarından birini teşkil etmiştir. Herhangi bir şeye delalet eden isimler ona bir insan şahsı gibi görünmüş ve bu insan kendisine türlü konularhakkında bilgi vermiştir.
Bu hadiseden bir süre sonra İbn-i Arabi Hz. Bir süre halvete çekilmiş, her sahada, bilhassa Tasavvufi marifetler sahasında hiç bir şey bilmezken, şahıs olarak görünen isimlerin telkini ile halvetten herşeyi bilir olarak çıkmıştır.
Buhalini gören babası onun yakın dostu, zamanın en büyük felsefecilerinden biri olan İbn-i Rüşd’ün yanına bir iş bahanesiyle göndermiştir.
İbn-i Rüşd, İbn-i Arabi Hz.’lerini görünce, ona sarılmış ve “Evet” demiş, kendiside buna “Evet” cevabı vermiştir. İbn-i Rüşd anlaşıldığına sevinirken, İbn-i Arabi Hz.’lerinin “hayır” demesi üzerine, canı sıkılmış, rengi atmış, felsefesinin yalnış olup-olmadığından şüpheye düşerek, ona şu suali sormuş:
-“İlham ve keşf ile nasıl bir netice elde ettin? Bu bizim mantıklı düşünce ile elde ettiklerimize uyuyormu?”
-İbn-i Arabi Hz.’leri buna: -“Evet, Hayır. Evet ile hayır arasında ruhlar bedenlerinden, boyunlar gövdelerinden ayrılır.” cevabını vermiştir.
Bunun üzerine İbn-i Rüşd, sararıp titremiş, böyle bir kimse ile görüşmeyi nasip ettiği için Allah’a hamd ve şükür etmiştir. O zaman İbn-i Arabi Hz.’leri henüz 18 yaşında idi. Kendisine vakıf olan ilhamlara rağmen, İbn-i Rüşd’ün yüksek düşünce ve bilgilerini kabul eden İbn-i Arabi Hz.’leri, onu bir daha görmek istediği halde, bunun mümkün olmadığını, aralarına gerilen bir perdenin (Hicap) buna engel olduğunu söylemiştir. 1194 yılına kadar, her ne kadar Endülüs ve Kuzey Afrika’nın bir çok şehirlerini dolaşıp, bu şehirlerdeki çeşitli tasavvuf büyükleriyle görüşsede esas olarak İşbiliye’de kalmış, 1194 yılında Tunus’a, 1195 yılında da Fas’a gitmiş, 1199 yılında Kurtuba’da İbn-i Rüşd’ün cenaze töreninde bulunmuştur.
Yanında bulunan arkadaşının dikkat çekmesi ile Marakeş’ten gelen cenazenin bir hayvan üzerinde, bir tarafında cenaze, bir tarafında eserleri olarak dengeli bir biçimde olduğunu görmüş ve arkadaşına, “Ümitlerinin gerçekleşip-gerçekleşmediğini ne kadar bilmek isterdim.” demiştir. 1201 yılında Magrip şehrinde iken, Hz. Hızır ile Musa’nın (A.S) makamına erişmiştir. Buradan, Tunus’a, geçmiştir. Tunus’tan Mısır’a gitmek üzereyken yol üzerinde, sazlıklar içinde ömrünün 30 yılını geçirmiş bir adama tesadüf etmiş. Adamın hali hoşuna gittiğinden onunla 3 gün kalmış ve onunla birlikte ibadetle meşgul olmuştu. Adam her gün denizden 3 balık tutar, birini yer, birini azat eder, birini de misafire ikram edermiş. Ayrılacağı zaman Muhittin Arabi Hz.’lerine nereye gittiğini
sormuş, Mısır’a gideceğini öğrendiğinde gözleri dolarak, “Ah! Benim de üstadım Mısır’dadır. Ona git ve benim selamımı söyle, bana biraz hikmetli sözler ve nasihat iste” demiş. Muhiddin-i Arabi Hz.’leri hayretler içinde, bu dünyadan elini eteğini çekmiş bir kişinin nasıl olupta hala nasihat ve hikmetli söze ihtiyacı olacağını düşünerek Mısır’a varmış ve bahsettiği üstadın sarayını bulmuş. Üstadı, debdebe ve tantana içinde bir dünya ehli gibi yaşarken bulmuş, kendisinden, o şahıs için nasihat istediğinde;
üstadı:
-“Ona git söyle, gönlünden dünya muhabbetini silsin.” Demesiyle hayret ederek bir süre sonra, o şahısla karşılaşıp üstadının söylediğini aktarınca, bu dünyadan elini çekmiş gibi görünen şahıs derin bir ah çekerek “Ben otuz küsür senedir burada ibadet ediyorsam da hakikatte gönlüm dünyadadır. Üstadım dünya ziynetleri içindeyse de kalbinde zerre kadar dünya sevinci ve kederi yoktur. Ey Muhittin! işte bizim hakikatte farkımız budur” demiştir.
Bu hikayeden bize ders; insanlık cemiyet hayatı üzerine kurulmuştur. Kalbin arınması da yine insanlar arasında yaşıyarak ve Allah’ın isim ve sıfatlarının zuhurunu müşahede ederek tefekkür ve kalb temizliğinin, yüzlerce yıl halvette kalmaktan daha önemli bir irfan yolu olduğudur.
Muhiddin-i Arabi Hz.’leri bir yıl sonrada Tunus’tan gemi ile Mısır’a geçmiş. Mısırda; Taki Al-din b. Abdulrahman’ın elinden Hızır A.S’ın hırkasını giymiştir. Buradan Kudüs’e geçmiş, Kudüste bir kaç gün kalarak, yürüyerek Mekke’ye gidip Hacc’ını yerine getirmiştir. Burada iki yıl kalarak manevi hallerinin en yüksek noktasına
erişmiştir. Mekke’de kaldığı iki yıl boyunca sık sık Kabe’yi tavaf edermiş. Bir seferinde Kabe’yi tavaf ederken, herkezin gölgesini olduğu halde, çok uzun boylu bir adamın gölgesinin olmadığını farketmiş. Uzun boylu adam tavaf ederken; -“Bizler de sizler gibi bu beyti tavaf ediyoruz” dermiş.
Yanına yaklaşıp, kim olduğunu sorduğunda:
- Ben senin büyük atalarındanım, demiş.
- Sordum:
- Hangi asırda yaşadınız?
- Kırkbin sene evvel vefat etmiştim.
- İnsanın atası olan Adem’in (A.S) altıbin sene evvel halkolunduğunu söylerler.
- Sen hangi Adem’den bahsediyorsun? Bil ki; insanın ilk atası olan Adem’den evvel yüzbin Adem gelip geçmiştir.” dedi.
1202 yılında Allah’a kendi kendine söz vererek oruca başlamış ve üç ay boyunca hiç bir şey yemiyerek ve içmiyerek, Allah’ın ona açtığı ilahi bilgilerle kendisinden hiç bir şey katmıyarak “Fütuhat-ı Mekkiye” adlı eserini yazmıştır. Bu üç ay süresince Kabeyi tavaf ederken,” zemzem, kulak ile duyacak şekilde, kendisinden su içmesini isterdi.” Fakat kendisi, Ulhi yakınlığın son noktasına geldiği bu haller içerisinde, onu dinlemenin bu hali sona erdirecek bir perde olacağını düşünerek, Zemzem’e susmasını söylerdi.
Bir rivayete göre Fütuhat-ı Mekkiye’yi tamamladığı vakit, sayfalar halinde onu Kabe’nin damına koymuş. “Eğer bu kitapta benden bir kelime varsa, bu sahifeler kaybolsun” demiş, bütün kış bu sahifeler evinin damında kaldığı halde, hiç bir sahifesi kaybolmadıktan sonra kitap tamamlanmıştır. 1203 yılında gördüğü bir rüyada: Kabenin duvarları altın ve gümüş tuğlalarla örülmüştü, kendisi bunun güzelliğini seyrediyordu. Orada iki tuğlalık bir boşluk vardı ve nefsi iki tuğla halini alarak bu boşluğu dolduruyordu. Kendisi hem onları seyrediyor, hemde yerlerini doldurduğunu, yani zat’ı ile onların Zat’ının aynı olduğunu görüyor ve anlıyordu.
1204 yılında Ali b. Abdullah b. Caminin elinden ikinci defa Hızır’ın (A.S) hırkasını giymiştir. Aynı yıl Muhiddin Arabi Hz. Malatya’ya geldiği yıldır.
Malatya’dan Konya’ya geçmiş. Konya’da, Selçuklu hükümdarlarından büyük destek görmüştür. Kendisine 100.000 dirhem değerinde ev bağışlanmış, fakat kendisine gelen bir dilenciye “Ey dilenci, şu anda saraydan başka bir şeyim yoktur. Allah rızası için şu ev senin olsun” diyerek, bu evi sadaka olarak bağışlamıştır. Bu arada bir çok kereler Kudüs, Mısır’ı ve Halep’i ziyaret etmiştir.
Büyük dostu Maceddin İshak’ın vefatı ile onun dul karısı ile evlenerek Sadrettin-i Konevi Hz. Üvey babası olmuştur. Muhiddin-i Arabi Hz.’lerinin bu evlilikten iki oğlu ve bir kızı meydana geldi.
Oğullarından Sadullah 1222 senelerinde Malatyada doğdu. Bütün ömrünü hadisi şerifle, nakil tedrisiyle (Tarikat öğretimi) geçirdi. 44 yaşında Şam’da öldü. İmadettin de Sadullah’tan 6yıl sonra Şam’da vefat etmiştir. Kızı Zeynep küçük yaşta iken ölmüştür.1230 yılında, üvey oğlu Sadrettin Konevi Hz. ile birlikte Şam’a yerleşti ve
ölünceye kadar burada kaldı.
1240 yılının bir cuma gecesi, Rıhlet (Geçmek, göçmek) kelimesinin bir remzi olarak bu dünyadan ayrıldı. Ömürleri 75 yıl olup Hakim ismine mazhar olmuştur.
Muhiddin-i Arabi Hz.’leri bu günkü Şamı’ın Salihiye mevkiine gömüldü. Bir süre sonra mezarı kaybolmuş ta ki, Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı alınca, Vasiyeti gereğince mezarı buldu. Zira, Muhiddin-i Arabi Hz.’leri kitabında: “Şin Şın’a girerse benim mezarım meydana çıkar” demiştir. Yavuz Sultan Selim, Şam’a girince de mezarı buldurtup, oraya mükemmel bir türbe, yanına bir cami ve imaret yaptırmıştır. Ayrıca Muhiddin-i Arabi Hz.’lerinin ayak vurduğu yere giderek buradaki hikmeti anlamak istedi. Tam Muhiddin-i
Arabi Hz.’lerinin ayağını vurduğu yeri kazdırdığında, bir küp altın bulmuşlardır.
Muhiddin-i Arabi Hz.’leri hakkında Hakikat ehli olmıyan bazı kimseler kendisinin hayatta olduğu zaman da olduğu gibi, şimdi de ilimleri yeterli olmadığından ötürü bazı yersiz karşı çıkmalar olmaktadır. Zaten bizim bu kitabı hazırlamamızdaki temel neden de budur. Şimdi Yavuz Sultan Selim Han zamanına dönelim ve Yavuz Sultan Selim’in Şeyhülislamı büyük insan ve Müftiyüssakaleyn ünvanını kazanmış İbni Kemal paşa’nın Muhiddin-i Arabi Hz.’leri hakkındaki fetvasını bugünkü dile aktaralım.
“Ey İnsanlar! Biliniz ki Şeyhlerin en büyüğü, kerimlerin en önde gideni, Arifler kutbu ve Allah’ın birliğine inananların İmamı Endülüslü Muhammed İbnül Arabi Ayet ve Hadislerden hüküm çıkarabilenlerin en kamili ve Fazilet sahibi bir Yol göstericidir.
Zamanın Alim ve Faziletli kişilerinin bilgilerindeki hayat hikayelerini, (kıssalarını) inkar ve inkarında ısrar ederse, şüphesiz delalette kalır. Kendilerinin “Füsusül Hikem ve Futuhat-ı Mekkiye” gibi bircok eseri vardır. Bu eserlerdeki meselelerden bazılarının lafız ve manası malum ve emri ilahi, bazısı Nebevi açıklamalar ve bazısı keşif ve manevi bilgileri bilenlerden başkasına kapalıdır, zahir ehlinin idrakinden gizlidir.
Bu manaları anlamayanlara bu makamda susmaları vacip olur. Zira Cenab-ı Allah “Bilmediğin şeye tabi olma, tahkik, kulak, göz ve kalb bunların herbirisinden sahibinin ilmi derecesinde sual olunur.”
Ayrıca “bir mümine kafir diyen, şüphesiz küfretmiş olur” hadisini de hatırlatırız.
Muhiddin-i Arabi Hz.’leri sadece Asya ve Arabistan da değil tüm dünyada bilinmektedir. İşte buna bir örnek:
İkinci dünya savaşının devam ettiği 1943 yılında bir Türk heyeti Amerika’yı ziyaret etmektedir. Cumhur başkanı Roosewelt hasta olmasına rağmen heyetimizle görüşmeyi arzu eder. Bundan sonrasını heyette bulunan zattan dinliyelim:
“Başkan Beyaz saraydaki dairesinde bizleri kabul edip oturttuktan sonra sözlerine;
“Bir Türk heyetinin Amerika’yı ziyaretini bana bildirdikleri andan itibaren sizlerle tanışıp, politikanın dışında bir görüşme yapmayı arzu etmiştim” diye başladı ve devamla;
“Gerek Amerikalı, gerekse dünyanın her köşesinden gelen ilim adamlarıyla yaptığım özel görüşmelerimde bugüne kadar dünyada ilim, felsefe ve mistik alanda sayıları bir çok insanın yetiştiğini bilinmekle beraber bunların en büyüğü olarak hemen hepsinin bir tek insan üzerinde ve yaşadığı sürede beşyüze yakın eser bırakmış Endülüslü tanınmış Alim ve Mutasavvıf Muhittin el Arabinin üzerinde birleştiklerini tesbit ettim. Yalnız benim için aydınlanması gereken bir husus var. Füsusül Hikem ve Fütuhat-ı Mekkiye gibi değerli bir çok eser yazan bu büyük insan hakkında neden İslam bilginleri aleyhinde bulunmuşlar, yakışıksız sözler söylemişler ve ölümünden sonra da mezarını belirsiz bir hale getirmişler? Ancak bu zatın ölümünden üçyüzyıl sonra bir Türk Hakanı Sultan Selim Mısır’ı almaya giderken mezarını buldurup, türbesini yaptırmıştır. Bu jest şüphesiz ona karşı duyduğu saygıdan ileri gelmiştir. Fakat bu geçikme neden? İşte bunu bilmek
istiyorum.”
Benim bu sahada meşgul olduğumu bilen Heyet Başkanı, cevap vermeyi bana bıraktı:
“Efendim, önce şunu bilhassa belirtmek isterim ki, bütün İslam bilginleri Şeyhül Ekber Muhiddin-i Arabi’nin aleyhinde bulunmamışlardır. Bu zatın aleyhinde bulunanlar daha ziyade zahiri ilme mensup bilginlerdir. Bunlar onun geniş kapsamlı Allah’ın vücud
birliği fikirlerini, ya kavrayamamış veyahut İslam şeriatine uygun düşmediği düşüncesine kapılmışlar ve onu bu yüzden haksız yere yermişlerdir. Fakat batıni ilme mensup bilgin, hakikat ve irfan ehli kimseler, onu gerçek yönleriyle tanımış ve onu en büyük bir müctehid (Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmış büyük İslam alimleri ve
önderleri) ve Mutasavvıf olarak kabul etmişler ve kendisine büyük saygı duymuşlardır. Yalnız onun eseri olan Füsusu yüze yakın Türk ve İslam bilgininin şerh etmesi buna bir delil teşkil eder.” Dedik.
Bunun üzerine Başkan gülümsedi ve “Şimdi durum benim için aydınlandı, teşekkür ederim” diyerek önündeki çekmeceyi açtı. “Bakınız ben hergün işime başlamadan önce o büyük insanın Fütuhat-ı Mekkiyesini okurum, halen üçüncü cildini hayranlıkla okumaktayım” dedi ve kitabı bize gösterdi. Hepimiz hayretler içinde kaldık”
Biz muslumanlarin ibret alacagi bir davranis, ABD universitelerinde ibni sina.ibni haldun`larin kitaplari bastaci edilirken,Bizler o buyuk alimlere ilgisiz kaldik. Maalesef
Muhittin Arabî’ye Göre Kamil-i Mürşit:
“Yedi ha mimin” manası: Hakikat şehri… Bu öyle bir şehr-i gülistandır ki içinde ırmakları akan… “âb-ı Kevser” ırmağı akan caddeleri olan… Rengârenk gülleri açan… Bülbül kuşundan başka bir kuş bulunmayan, meyhanesinde sade âşıkları barındıran… Mescidinde Salihlerin safına, imam olan imam Muhammed… İşte böyle bir şehir kapısının üzerinde besmele yazılı, kapısında oturan Ali! “işte kâmili mürşit!” bu kapıya gel… Hakikat kapısı bu kapıdır. Başka kapılara gitme gidersen de hakikati bulamazsın. Ben “hakikat şehriyim, Ali kapısıdır. Bu kapıya uğra. Şifa burada, ihsan burada, himmet burada… Bu şehri kim kura bilir.
Bir mürid “manevi olgunluğa” nasıl erişe bilir? “ İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” “Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” Manevi hastalıkları olan insanlar; “hayrın-şerrin” manevi boyutunu göremezler. Bunun içinde “hayırda şer, şerde hayır vardır” haklarında neyin hayır, neyin şer olduğunu bilemezler. Bunun içinde yolu yürüyemezler. Yolu yürüyemedikleri içinde yolda olanları göremezler, bunun şuuruna eremezler. Hâlbuki muttakiler o kimselerdir ki.
1 - (Elif, Lâm, Mîm.)
2 - İşte o kitap, bunda şüphe yok, muttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir.
3 - Onlar ki gaibe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan (Allah yolunda) harcarlar.
4 - Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler.
5 –“ Bunlar, işte Rablerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir.”( bakara 1-5) Bu ayetlerinde şuuruna eremezler, Allah’u Teala’dan inayet erişmedikçe… Onun için Allah’u Teala’dan şunu diliyoruz: “beş vakit namazda Fatihayı okuyarak”
“ Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!)-
Hidayet eyle bizi doğru yola - O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna.”(fatiha 5-6-7) Yukarıda bahsetmiş olduğumuz hidayete erişmiş masivadan temizlenmiş Allah’u Teala’nın sonsuz nimetlerine erişmiş, Resulullah efendimizin Şefaatine erişmiş, müstakim yol üzere kulları irşada götürmeye irşadı hak olmuş, hakkın dostu yareni olmuş, hidayet rehberi kullarının yoluna eriştir. Bizi delalete sapıklığa düşürme. Bu noktada bizi aldatan bizden değildir. Ancak bu yol ile mürit ihsana erişe bilir. “İşte kullarımızdan bir kul ki ona ilmi hikmeti verdik. Biz lokmana ilmi hikmeti verdik”. (cum’a 2) “Kitapsız (okuma-yazma bilmeyen) kimseler arasından, kendilerine ayetlerini okuyan, onları anlatan, onlara Kitabı ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen O'dur. Onlar, daha önce, şüphesiz apaçık bir sapıklık içinde idiler. Onlardan başkalarına da ki henüz onlara katılmamışlardır- Kitap ve hikmeti öğretmek üzere, Peygamberi gönderen Allah'tır. O, güçlüdür, Hâkim’dir.” (cum’a 3) Yüce Allah'ın ümmileri apaçık bir kitabın sahibi kılmak, kendilerinin içinden bir peygamber göndermek için, ümmileri seçmesi onlar için Allah'ın apaçık bir lütfudur. Allah'ın peygamberini onların arasından seçmesi onları yüksek bir makama çıkarmıştır. Peygamber onları veya onlara Allah'ın ayetlerini okuyarak onları ümmilikten, bilinçsizlikten kurtarmıştır. Onların durumlarını değiştirmiş ve milletler içinde onları seçkin bir yere getirmiştir.
"Onları arındıran:' Bu gerçekten bir temizleme ve gerçekten bir arındırmaydı. Hz. Peygamber onların vicdanlarını ve düşüncelerini arındırıyor, içlerini ve ahlâklarını temizliyordu. Aile hayatlarını ve sosyal hayatlarını tertemiz hale getiriyordu. Bu gönülleri şirk inançlarından kurtarıp tevhid inancına yükseltiyordu. Yanlış düşüncelerden, imana ulaştırıyordu. Onları ahlâki bozu klukların pisliklerinden arındırıp imana dayalı temizliğe, faiz ve haram kazancın kirlerinden, helal kazancın temizliğine kavuşturuyordu. Bu gerçekten hem birey hem de toplum için kapsamlı bir arındırmaydı. Mutlu bir hayatın, gerçeğe dayalı bir yaşamın müjdecisiydi. Bu öyle bir arındırmaydı ki, insanı hayata ve kendi özüne yetişmesine ilişkin tüm düşüncelerini aydınlık ufuklara yükseltiyor, burada onu Rabbiyle irtibata, yüceler âlemi ile ilişkiye geçiriyordu. Düşüncesi ve eylemi ile bu onurlu yüce âlemin değerlerini ön plana çıkarıyor ve ona göre meseleleri değerlendiriyordu.
"Onlara kitabı ve hikmeti öğreten..." Onlara kitabı öğretir, kitaplı bir toplum olurlar. Onlara hikmeti öğretir, işlerin, eşyanın gerçeklerini kavrarlar, anlarlar. Güzel bir şekilde her şeyi takdir ederler. Ruhlarına, hükmün ve işin doğrusunu bu hikmet ilham eder. Bu ise gerçekten büyük bir erdemliliktir. Bu beşeri Duyguların insandan sökülüp atılması için insanın ilim hikmet sahibi dertlilerin tabibi lokmanı hekimden ders alması gerekmektedir. Ancak bu yol ile manevi Olgunluğa erişe bilir. (fizilal-i kur’an cum’a suresi 2-3 ayetler)
Hacı Bayram-ı Veli Hocam Şöyle Diyor:
Mutlaka Konstantiniyye alınacaktır. Ama bunu bir öfke, hiddet işi haline sokmamak, Bu işi bir illeti tedavi etmek için yapmak lazım. Hiddet ve kin gerçekleri gören gözleri kör eder.
· Halk içinde Allah’ı çokça anınız.Bu durum maneviyatı yükseltir, katı kalpleri yumuşatır.
· Hiç bir günahı küçümsemeyiniz, boş durmayıp çalışınız.Çalışanları Allah sever.Boş gezenler zengin bile olsalar yoldaşları şeytan, kalpleri şeytana konaktır.
· Her nerede olursanız olunuz sizi Allah’ın gördüğünü unutmayınız.Allah’tan korkunuz, fenalıklardan sakınınız.
· Neresi seni dünyaya çekiyorsa, sana Allah’ı unutturuyorsa orası senin helakin için bir tuzaktır.
· Neresi seni Allah’a yöneltiyorsa, seni düşündürüyorsa orası cennete gitmen için bir duraktır.
· Emaneti koruyunuz. Zira din de size emanettir, beden de.
· Her namazın sonunda size hoş gelen bir ibadeti adet edininiz. Örneğin ; birkaç istiğfar çekmek, bir sure yada ayet okumak, Allah’ı zikretmek....
· Ezanla birlikte camide olunuz, cahiller sizden ilerde bulunmasın.
· Her ayın tek günlerinde veya en az birinde, onbeşinde ve sonunda olmak üzere oruç tutmaya gayret ediniz.
· Sakın ölümü unutmayınız, her gece onu hatırlayınız, hesabınızı yapınız, olur ki tevbe edince Hak’ta sizi affeder.
· Nefsinizi daima kontrol altında tutunuz. Düşünün, onu başı boş bırakmayın, zira her fırsatta sizi ateşe götürür.
· Sakın dünyalığın varsa ona güvenmeyiniz, yoksa çalışıp helalinden elde ediniz, kazandığından fakirlere cömertçe payını veriniz.
· Kimden ilim tahsil etmişsen O hocan için daima Allah’tan rahmet ve mağfiret dileyiniz.
· Başkalarından daha çok çalışıp çok ilim sahibi olunuz.
· Önce ilim tahsil ediniz, sonra helalinden para kazanıp evleniniz.
· İlmi bir konuyu özüne göre düşününüz, öyle karar veriniz, dıştan görünüşe bakıp yanılmayınız.
· Başkalarından daha ihlaslı ve daha çok ibadet etmedikçe, başkalarından daha çok ihsanda bulunmadıkça rahat etmeyiniz.
· Mezarlıkları sık sık ziyaret ediniz.Dünya gamından ve nefsin sıkıştırmasından kurtulursunuz.Çünkü nefsin tek korktuğu ve aldatamadığı yer mezarlıktır.Ölenin kendisi olacağını ve azabı tadacağını iyi bilir.
· Büyük zaatların kabirlerini ziyaret ediniz. Bu zahmetiniz O zatların size şefaat etmesini sağlar.
· Bütün işlerde cimrilikten sakınınız. İnsanlığınızı koruyunuz. Güzel huylu ve merhametli olunuz. Ne halde olursanız olun dünyaya rağbeti azaltınız. Kötülükten uzaklaşınız.
· Her daim nasihat ediniz.
· Oyun oynanan ( kumar..vb) gibi yerlere, laubali konuşulan meclislere girmeyiniz.
· Aile arasında adaba dikkat ediniz.
· Ayıplarını gördüğünüz komşuyu kınamayınız. Sırlarını açıklamayınız. Çünkü gördüğünüz bu sır size emanettir, emanete hıyanet kötü ve çirkin bir filldir.
· Çok gülmeyiniz zira kalbiniz kararır. Sakin ve ağırbaşlı olunuz, yürürken başınız önde vakarlı bir şekilde yürüyünüz, aceleci olmayınız.
· İyi bilinki öfke, düşünceyi, iyi düşünmeyi daraltır. Sonunda insan yanılır.
· Konuşurken gürleme, bağırıp çağırma, yüksek sesle bile konuşma.
· Allah’a isyan yolunda kimseye yardımcı olma.
· Adalet güzel ama Emir’de olursa daha güzeldir, cömertlik güzel ama zenginde olursa daha güzeldir, sabır güzel ama fakirde olursa daha güzeldir, tevbe güzel ama gençlerde olursa daha güzeldir, utanmak güzel ama hanımlarda olursa daha güzeldir.
· Devlet büyükleriyle ilişkilerinizde ateşten faydalandığınız gibi olun.Uzakça durun, ısınacak kadar yaklaşın.
· Büyüklerin huzuruna girerken, hem kendi kadrini hemde başkasının kıymetini bilen olun.
· İlimde hukuki meselelerde sana teklif edilecek işler ancak kendine uygun olanları kabul etki sonuçta başka bir görüşü savunmak zorunda kalmayasın.
· Cahil zümre arasında ne gülün ne de gülümseyin.
· Cahil topluluktan sakının, onlarla tartışmaya girmeyin.
· Çok konuşmayın, sorulanları biliyorsanız cevap verin.Kaynak gösterin ki dinleyenler bunu şüphe ile karşılamasın.
· Halkın önünde konuşmayın ancak sorulursa cevap verin.
· Avam ve zenginler arasında dini ve zaruri bilgiye dair sözlerden çekinin.Zira zenginliğe ve mala karşı zaafın var gibi anlaşılmasın.
· Küçük çocukları seviniz başlarını okşayıp onları sevindiriniz, bu Peygamberimizin emridir.
· Yol ortasını işgal etmeyiniz.
· Beyaz giyinmeyi adet edininiz.Zira bu huy sizi daha dikkatli kılar.
· Padişah huzurunda dahi olsanız Hakkı ve hakikati söylemekten korkmayınız.
· Padişah sizi hoşlanmadığınız, dininize uymayan bir işe tayin etse kabul etmeyiniz.
Bilmek istersen seni,
Cân içinde ara cânı.
Geç canından bul ânı,
Sen seni bil, sen seni.
Kim bildi ef´âlini,
Ol bildi sıfatını,
Anda gördü zatını,
Sen seni bil, sen seni.
Görünen sıfatındır,
O´nu gören zatındır,
Gayri ne hacetindir,
Sen seni bil, sen seni.
Kim ki hayrete vardı,
Nura müstağrak oldu,
Tevhîd-i zatı buldu,
Sen seni bil, sen seni.
Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu,
Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni.
Elhamdülillahi Rabbil Âlemin, Hacı Bayram-ı Veli hocamın nasihatleri “ayet-hadis” doğrultusunda, insan fıtratına uygun giyilmesi gerekli olan değerli bir “İslam gömleği” olduğunu görmekteyiz. Bu gömleği bütün insanların giymesini tavsiye ederiz. “Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten sakındıranlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün) mü'minleri müjdele.” (tevbe suresi/112)
Tövbe kulun, onu yaratan Allah’u Teala’ya karşı yapmış olduğu; isyanına, nisyanına, günahına ve hatasına duymuş olduğu nedamettir. Kulun, bu tövbesi “tövbeyi Nasuh” olmalıdır. Samimi bir şekilde Allah’a (cc) yönelerek Allah’ın (cc) mağfiretine sığınarak, Allah’u Teala’nın ipine sımsıkı sarılarak, müstakim yol üzere çıkmak, geriye bir daha dönmemek. “Ey iman edenler, Allah'a kesin (nasuh) bir tevbe ile tevbe edin. Olabilir ki, Allah sizin kötülüklerinizi örter ve altından ırmaklar akan cennetlere sokar. O gün Allah, Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri küçük düşürmeyecektir. Nurları, önlerinde ve sağ yanlarında koşar-parıldar. Derler ki: "Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla. Şüphesiz Sen, herşeye güç yetirensin." (Tahrim/8). Her kim “Tövbeyi Nasuh” ile Aziz ve Celil olan Allah (cc) tövbe ederse; Allah (cc) tövbesini kabul eder, geçmiş bütün günahlarını bağışlar. Dünyaya yeni gelmiş gibi tertemiz olur. Onu hayra sevk eder. Allah (cc) her kime hayrı murat ederse, O kulunu dosdoğru olan müstakim yola eriştirir.
Tövbeyi Nasuh ile kalbine iman ağacını dik! İbadetler ile onu yetiştir! Tevhit ile onu yeşert! Takva ile onu koru! Allah’u Teala’nın hudutlarının dışına çıkma! Babana anana asi olma! Vaktinde kılınan namaz makbuldür. Bil ki insanı içerden yakan bir ateşi olmalı… Bir aşkı olmalı… İnsan gönlündeki boşluğu doldurmalı… Aşksız şevksiz bir ibadet; tatsız, tuzsuz, bibersiz bir yemeğe benzer. Onu da ancak hastalar yer. Aşksız şevksiz bir namaz sihhatlı bir namaz olmaz. |